20.05.2021

Postcorona Dönemi Belirleyecek Dinamiklerden Biri Olarak Metropoller

YAZAN: Bekir Ağırdır

Bugün insanlığın da Türkiye’nin de karşı karşıya olduğu değişim dayatmasının pandemiden de öte üç temel dinamiği var. Birincisi yerkürenin ritmindeki değişim. İklim değişikliği, toprağın, havanın, suyun kirlenmesi, doğal kaynakların azalıyor oluşu, insanlığın seçtiği sanayi toplumu, üretim, tüketim ve hayat biçimi gibi, yerkürenin ritmindeki değişimi tetikleyen bir dizi ana unsur. Yerküreye bu denli hoyrat davranarak davam edemeyeceğimiz açık ama üretim ve tüketim biçimlerinde nelerin, nasıl değişeceğini bugünden keskin cümlelerle söyleyebilmek mümkün değil.

İkinci temel dinamik teknolojik sıçrama ve bunun gündelik hayat ritminde ürettiği değişimler. Doğal olarak zaman ve mekandan bağımsız üretimin, ticaretin, iletişimin, örgütlenmenin ve ilişkinin değiştiği bir zaman aralığında zihin dünyamız, zihin haritalarımız da değişiyor. Bu değişimlerin giderek daha da hızlandığı yer çekimsiz bir dünyada sonuçların, üretimin örgütlenmenin ne yöne doğru evrileceğini de kestiremiyoruz.

Üçüncü temel dinamik ise nüfus hareketlerindeki hızlanma ve metropolleşme. Gerek ulusal gerek küresel ölçeklerde hızlanan göçler bir dizi siyasi, ekonomik ve sosyal sorunları da beraberinde üretiyor. Ama asıl bu hareketin sonucu olarak insanlığın bildiği yerleşim tanımları, modelleri değişiyor. Bu da metropollü bir hayat içinde bildiğimiz ekonomik, sosyal ve siyasal yapılanmaları, açıklama modellerini, yönetim biçimlerini değiştirecek tartışma ve arayışları tetikliyor.

Metropol Tanımı

İstatistiki araştırma yapan tüm kuruluşlar temel ayrım çizgisini hâlâ kır kent ikileminden yola çıkarak tarif ediyor. Oysa bu ayrım uzun zamandır açıklayıcı olmaktan uzak. Yerleşim kategorilerini artık kır-kent-metropol olguları üzerinden düşünmemiz gerekiyor.

KONDA araştırmalarında bizim gördüğümüz, kır ile kent arasında gündelik hayatın ritmi, kültürel ve ahlaki kodlar ve daha birçok konuda ortaya çıkan farklılaşmaların kentler ile metropoller arasında da mevcut olduğu. Uşak merkez ya da Tokat merkez ile İstanbul ve İzmir, hemen hiçbir istatistiki veri açısından benzerlik arz etmiyor. Asıl önemlisi, kentler ve metropoller kültürel ve ahlaki kodlar ya da gündelik hayatın ritmi itibarıyla da birbirlerinden gece ile gündüz kadar farklı.

Metropol, megakent, bölge kent gibi ya da ülkenin idari yapısı bakımından büyükşehir kavramlarıyla açıklanmaya çalışılan bir başka yerleşim biçiminden söz ediyoruz bugün. Metropol yalnızca coğrafi yaygınlık ya da nüfus sayısı bakımından büyüklük ifade etmiyor. Metropollerin kentlerden farklılaştığı asıl nokta, içerdikleri ekonomik, sosyal, kültürel farklılıkların ve buna paralel olarak hayat tarzlarının çoğulculuğu ve gündelik hayatın ritmi. Bir başka deyişle metropoller yalnızca niceliksel olarak değil, o niceliğin yani nüfusun ürettiği dinamiklerin içeriği ve niteliği itibarıyla da bildiğimiz kentlerden ayrışıyor.

Her şeyden önemlisi metropoller ekonomik hayatın, üretimin ve tüketimin de yoğunlaştığı yerler. Üstelik içinde bulunduğumuz zaman diliminde ekonomik üretim hizmet sektörüne kayıyor, yani metropoller aynı zamanda teknolojik girişimlerin ve üretimin de merkezleri. Girişimci ruhun, yenilikçiliğin ve entelektüel sermayenin yoğunlaştığı, ekonomik fırsatların ve çekiciliğin daha yüksek olduğu yerler metropoller. Hava, ışık, ses ve çevre kirliliğine, trafik yoğunluğu, asayiş ve güvenlik sorunlarına karşın metropollerin cazibesi artmaya devam ediyor.

Metropollerde Sosyolojik ve Psikolojik Değişimler

Aslına bakılırsa, son birkaç on yılda ortaya çıkan kent manzarasını tarif etmek için “kır-kent-metropol” kategorileri de yeterli değil. Metropolleri de “varoşlar-standart kentsel alanlar-siteler ve lüks alanlar” olarak kategorize etmek gerekiyor. Çünkü varoşlar ile lüks alanlar arasındaki kültürel ve ahlaki kodlar, kır ile metropoller arasındaki fark kadar büyük. Bir bakıma varoşlarda gündelik hayatın ritmi, dayanışma ve komşuluk ilişkileri, kültürel ve ahlaki kodlar neredeyse kırlardaki seviyelere dönüyor. Metropollere, sanayi toplumu sosyolojisinin geleneksel model ve kavramlarıyla bakarken bu ayrımları yeterince dikkate alamıyor, yaşanan bazı değişimleri ya da duyarlılıkları gözden kaçırıyoruz.

Türkiye’de varoş kelimesi göçlerle gelen nüfusun yerleştiği, eğitim seviyesi düşük ve kültürel yaşamı içe dönük gecekondu mahalleleri için kullanılıyor. Bu anlamıyla varoş Türkiye’de kente gelenlerin ilk yerleştikleri, yol, kanalizasyon gibi altyapıdan yoksun, şehrin merkezindeki ekonomik refahtan ve kültürel alışverişten payını alamayan mahalleleri tarif etmeye yarıyordu. Aşağı yukarı 1980’lerden bu yana varoş kelimesi kent literatüründe ve gündelik hayatta ayrıca fiziki ve coğrafi tanımların ötesinde, çekinilen, kaygı veren, küçümsenen bir yaşam biçimini ima etmeye başladı.

Varoşları ya da diğer yaygın ismiyle gecekondu mahallelerini yalnızca mekânsal koşullar ve kentle arasındaki mesafe üzerinden tanımlamak mevzuyu kavramaya ve anlatmaya artık yetmiyor. Çünkü varoşlar onlara bu yukarıdaki tanımlarda atfedilen coğrafi ve fiziki sınırları çoktan aştılar. Eskiden varoş olan mahallelerin yanı başına şehrin en lüks siteleri yapıldı, dolayısıyla varoşlarla ekonomik refah arasındaki fiziksel mesafe ortadan kalktı. Dahası ekonomik, sosyal ve kültürel farklar daha görünür, hatta dokunulur hale geldi. Öte yandan şehrin en ücra kıyılarında varlığını sürdüren varoşlar da var. Onlar da kent çeperindeki kırsal yerleşimlerle temas etmeye başladı. Bu nedenle, varoşun nerede başlayıp kentin nerede bittiği sorusunun yeniden tartışılması gerekiyor. Metropoller bu anlamda, birbirlerine taban tabana zıt yaşam biçimlerinin dip dibe ama temastan alabildiğine kaçınarak yaşadığı bir mekânsal sıkışmadan da mustarip.

Varoşlarda kentli olmak için çabalama dürtüsü giderek yok olurken, bulunduğu yerde olduğu gibi kalarak kök salma dürtüsü baskın hale dönüşüyor. Komşuları ve mahallesi ile yeniden üretilen ilişki biçimi giderek kentle ilişkisinin önüne geçiyor. Zaten kent coğrafi büyüklüğü nedeniyle onu içine, merkezine almıyor. Merkezdeki kentli de onu, yaşam biçimlerinde modernleşmeyi içine sindiremediği gerekçesiyle, gündelik hayatın içinde istemiyor. Son 50 yıl boyunca bir gün geri dönecekler diye beklenen bu insanlar, dönmeyip kentte kalıcı olmuş, şimdi de siyaseten merkezdeki yerleşiğin yaşamını tehdit eder hale gelmiş sanılıyor. Hem varoşlar, hem kentin merkezi ve yerleşikleri giderek birbirlerine daha çok küsüyor, kızıyor ve birbirlerini ötekileştirmeye hız veriyorlar. Eğitimsizliğin, sosyal güvence yoksunluğunun, yoksulluğun, işsizliğin bu kadar ürkütücü boyutlara ulaştığı varoşlarda yaşayan insanlar, kendi gelecekleri için kötümserler, umutsuzlukları giderek öfkeye dönüşüyor.

Kendi öznel sorunlarını etik ya da etik dışı, hukuki ya da hukuk dışı her türlü yolla çözmeye çalışıyorlar. Örneğin, becerebilenleri konut sorununu kaçak katlar çıkarak, hazine arazilerini ya da su havzalarının işgal ederek çözüyorlar. İş bulmayı başarabilenleri kayıt dışı, sigortasız gündelik işlerde çalışabiliyor. Mesele öznel sorunları aşan toplumsal sorunlara çözüm arayışında düğümleniyor. Sıra eğitim gibi, sosyal güvenlik gibi toplumsal sorunlara geldiğinde çözüm üretebilecekleri yollar kapalı olunca öfkeleri yönetenlere, egemenlere yöneliyor. Üstelik o egemenler kılık kıyafetine kadar bu insanlara hâlâ kural dayatmaya devam ettikçe, çözüm üretmek yerine küçümseme yaygınlaşınca daha da içlerine, mahallelerine kapanıyorlar, daha da öfkeleniyorlar, daha da cüretkarlaşıyorlar. Bu da mevcut hukuk tanımama eğilimini artırarak bir kısır döngü oluyor.

Metropolleşme, Kimlikleri ve Siyasallaşmalarını Çoğaltıyor

Göç hareketleri yalnızca mekânsal değişimleri tetiklemiyor, aynı zamanda sayısız yeni değişken üreterek geniş kapsamlı bir sosyolojik dönüşümü tetikliyor ve elbette bireysel hayatlardaki ilişki biçimlerini de değiştiriyor. Gündelik hayatın ritmindeki değişimle birlikte düşünüldüğünde, birbirleriyle ilişkili ve çok katmanlı bütün bu dönüşümün kalıcı zihniyet değişimleri de gerektirdiğini ve yarattığını söylemek kehanet olmaz.

Tanış olunmayan kalabalıklar halinde yaşanan ve hızlanan gündelik hayat ritminin ürettiği endişe duygusunun yerleşik hale geldiği, ilişki formatının fiziki temastan giderek koptuğu bir hayat yaşıyoruz. Bugüne yetmeyen eski zihniyetin ürettiği hukuk, ortak hayatı kavramaya ve kolaylaştırmaya yetmeyen kuralları, normal olanın ve değer setlerinin parçalandığı ve siyasileştiği bir gündelik hayat söz konusu. Belirsizlik ve karmaşıklık esaslı bir hayat içinde yeni referanslarımız kimliklerimiz oluyor. Bu belirsizlik ve karmaşa içinde en kolay yaslandığımız referans ise, sanayi toplumu bağlamında şekillenen ve ulus-devletlerin de meşruiyet kaynağı olarak inşa ettikleri çoğunluğun etnik aidiyetine yaslanarak kurgulanmış ulusal kimlikler. Bu ulusal kimliklerle müzakere ve mücadele çerçevesinde oluşan etnik aidiyetlere olan bağlılık da giderek yükseliyor. Buna bir de moral değer olarak yükselen dini kimlikler ekleniyor. Bir yandan da standartların, eski normallerin dağıldığı, özgün üretim, özgün ihtiyaç ve talep örgütleyebilme olanaklarıyla farklı duyarlılıklar, farklı hayat tarzları, farklı ihtiyaçlar içinde yeni kimlikler oluşuyor.

Her türden geleneksel ilişkilerin, komşuluğun, arkadaşlığın, hemşeriliğin gücünü yitirdiği metropollerde insanlar içgüdüsel olarak aradıkları kültürel ve ahlaki referansları kimliklerde buluyor, dayanışmayı da o kimlikler çerçevesinde örgütleme yoluna gidiyorlar.

Metropollerin Yönetim Problematiği

Metropoller özellikle gelişmekte olan ülkelerde tüm mali ve entelektüel sermayeyi çekerken aynı zamanda o ülkenin fırsat alanlarını daraltan, ülkenin tüm enerjisini adeta soğuran kara deliklere de dönüşüyorlar. Yine de nüfus metropollere doğru akmaya ve bu alanlarda sivrilen aktörleri güçlendirmeye devam ediyor. Metropolleşmenin ürettiği asıl sorun ise yönetim meselesi. Sanayi toplumunun gereksinimlerini karşılamak üzere geliştirilen yerel yönetim kavramı ve zihniyeti ile bugünün metropoller yönetilebilir mi? Belli ki hayır. Bu yeni kent biçimleri ve tanımlarını, eskimiş yönetim anlayışı ile yönetemiyoruz. Her biri kendi başına özel karakterler ve farklılıklar taşıyan coğrafyalar ve metropoller, geleneksel belediyecilik anlayışı ya da tek tip modeller ve yasalarla yönetilemiyor. Değişimin boyutları yeni bir yönetim biçimini de gerekli kılıyor.

Yeni hayatın, baş döndürücü hıza ulaşmış ritmi en çok da metropollerde yaşayanları kavrıyor. O nedenle bu ritme uygun bir siyaset de yine metropollerde, metropollerin sorunlarını çözümlerken üretilecek. Bu nedenle metropollerin gerçeğini kavrayabilmemiz, ürettiği sorunları çözebilecek bir zihin haritası çıkartabilmemiz gerekiyor. Bugünkü hesaplamalara göre dünya nüfusunun yüzde 20’si, dünyanın en büyük 300 metropolünde yaşıyor ve bu nüfus tüm dünyanın gayrisafi hasılasının yaklaşık yarısın üretiyor. Türkiye’de de nüfusun %52’si 11 metropolde yaşıyor ve gayrisafi yurt içi hasılanın %67'sini üretiyor. Bu 11 metropol aynı zamanda ülkenin entelektüel sermayesinin, girişimcilik ve yenilikçilik potansiyelinin belki de dörtte üçüne sahip. Bu nedenle, diğer şehirlerde başarılı olsalar da tüm serbest meslek erbabının, ticaret ve sanayi erbabının hâlâ ulaşmaya, göç etmeye çalıştığı bir parıltıya ve potansiyele sahip.

Metropoller dünyada da Türkiye’de de ulusal hükümetlerin, ulusal politikalarının taşıyıcısı konumunda. Yumuşak güç olarak adlandırılan, ülkelerin entelektüel ve sosyal sermayeleri metropollerde yerleşik olduğu için, metropoller ülkelerin ekonomik ve siyasal stratejilerini doğrudan etkileme potansiyeline sahipler. Hâl böyleyken, yerel yönetimler ya da şehir yönetimleri hâlâ ulusal yönetim hiyerarşisinde ikincil durumdalar. Halbuki yeni bir yönetim zihniyeti ve modeli ile metropoller, ulusal hükümetlere göre daha hızlı, etkili ve daha demokratik bir idari model üretebilirler.

Ulusal düzeydeki bazı gerilimler kalıcılaşıyor, özellikle Türkiye’de olduğu gibi kimliklere sıkışma ve kutuplaşmalar nedeniyle sorunların çözümünde kilitlenmeler yaşanıyor. Yerel yönetimlerde vücut bulacak bir zihinsel dönüşüm, metropollerin ulusal politikaları etkileme gücü sayesinde, kimliklere ve kalıplaşmış siyasi pozisyonlara sıkışmanın yarattığı çözümsüzlükleri aşmayı sağlayabilir. Ulusal düzeydeki kimliklerin, ideolojilerin, çözümsüz ve kadim meselelerin ürettiği zihni ve ruhi ambargolar; temiz içme suyu, temiz hava gibi gerçek sorunlar karşısında önemlerini kaybedebilir, zihni eşikler aşılabilir.

Zihin haritalarımızı bu şekilde yenilemeye de metropol dediğimiz olguyu yeniden tanımlayarak başlayabiliriz. Bildiğimiz yerel yönetim mantığı İstanbul, İzmir, Ankara gibi metropolleri yönetilemez kılıyor. Aslına bakarsanız o yönetim dizgesi Adana’yı, Mersin’i, Antalya’yı bile yönetebilmekten aciz. Büyükşehir Belediye Başkanı diye tanımladığımız insanların üzerindeki sorumluluk mekânsal olarak bile aynı değil artık.

İkinci büyük mesele her türden farklılık arasındaki mekânsal mesafenin ortadan kalkmış olması. Feodal dönemin kalıntısı olan yaşama biçimleriyle, sanayi toplumu bağlamında şekillenmiş hayatlar ve sanayi sonrası toplumun dağınıklığı birbirleriyle iç içe. Örneğin İstanbul’da Kanyon’dan çıkıp Levent’e girerseniz başka bir hayatla karşılaşırsınız.  Bu birbirlerinden yüzyıllarca farklıymış gibi görünen hayatlar bırakın aynı şehirde olmayı, neredeyse aynı mahallede yan yana değil iç içedirler.

Metropol hayatının bugün eriştiği karmaşıklık düzeyini, standart, fabrikasyon çözümlerle bir merkezden, mesela Ankara’dan yönetmek mümkün mü? Konya Ovası’nın kuraklık, İstanbul’un da betonlaşma derdi var. Muğla’daki plansız yapılaşma sorunuyla Şişli’deki sorun aynı adı taşısa bile tümüyle farklı dinamiklerle büyüyor. Dolayısıyla bizim yerel yönetim dediğimiz kategoriyi yeniden tanımlamamız lazım. Bunda gecikiyoruz, çünkü Türkiye’nin kendine özgü başka bir problemi daha var. Osmanlı’dan beri gelen nahiye, ilçe, vilayet şeklinde bir idari bölümlemenin ötesine geçemiyoruz. Cumhuriyet’e ve 100 yıl geçmesine rağmen biz bu idari tanımları değiştirmek konusunda yaygın bir gönülsüzlük var. İstanbul’da 85 bin nüfuslu mahalleler de var, 310 nüfuslu da mahalleler de. 85 bin nüfuslu mahalleyi de bir muhtar ve bir ihtiyar heyeti yönetiyor, 310 nüfuslu mahalleyi de. Mahalleden başlayarak ilçeleri, illeri yeniden tanımlamaya, ayrıca da bölge tanımları yapmaya ihtiyaç var. Konya’nın kuraklık meselesi, Nevşehir, Niğde, Karaman dâhil olmadan yönetilebilir mi? Bunun için bir yandan “bölge” tanımları yaparken diğer yandan gerekli karar organlarını ve süreçlerini de tasarlamak gerekiyor. Ama yapılamıyor, çünkü zihni ve ruhi ambargoların ürettiği korkular var. Adını koymak gerekirse, bölge kavramının Kürt meselesine değen tarafı ve bunun ürettiği paranoya, bu ihtiyaca cevap vermeyi engelliyor.

Kanal İstanbul vesilesiyle gündeme gelen bir başka mesele daha var önümüzde. Bugünkü bu kadar karmaşık ve kalabalıklar halinde yaşadığımız hayatta coğrafyayı, yerküreyi ve hayatı bu denli değiştirecek bir kararı temsili demokrasinin mekanizmalarıyla ya da seçilmiş merkezi hükümetin yetkisiyle alabilir miyiz? Almalı mıyız? Örneğin İstanbul’un içme suyu ihtiyacını karşılamak için Melen’in ya da Istırancalar’ın suyu taşınıyor. Başka illerin, ilçelerin, ahalinin ormanları, dağları delik deşik ediliyor. Oraların ahalisine sorulmuyor bile. Örneğin Çanakkale Köprüsü yapıldığında Tekirdağ ve Kocaeli de birleşmiş olacak. Peki bu köprünün inşasıyla ilgili meseleyi neden yalnızca Çanakkale Belediye Meclisi tartışıyor? Kanal İstanbul yalnızca İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin meselesi mi? Kırklarelililer, Edirneliler ne diyorlar bu işe? Mevcut yerel yönetim tarifi, metropol hayatının barındırdığı sorunlara kapsayıcı çözümler, bu çözümlere rıza üretecek katılımcı pratikler üretemiyor. Daha geniş açıdan bakarsak, bu temsili demokrasi bağlamında oluşmuş bölge veya il, ilçe, mahalle tanımlarını yenilemeden, bugünkü yerel yönetimler tanımı içinde kalarak tanımlanmış yetki ve sorumluluk dağılımıyla ortaya çıkan problemleri çözemiyoruz.

Bir başka soru da şu: Bugünün dünyasında yerel yönetim demek sadece yerel hizmet üretmek midir? Sadece çöp toplamak, sadece yoksullara süt dağıtmak ya da evlerine hastabakıcı, doktor yollamak ya da çocuklara kreş açmaktan mı ibarettir? Bu yoksullukla mücadelede, kentin ekonomisinde yerel yönetimlerin sorumlulukları yok mu, olmayacak mı? Onlar sadece Ankara’nın güdümünde, yönetiminde mi kalacak? Hangi holdingin Türkiye’nin herhangi bir yerinde hangi fabrikayı yapacağı kararını kim verecek? Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yetkisi ve sorumluluğu o fabrikaya inşaat ruhsatı vermekle mi sınırlı olacak? Yerel yönetimin kendin geleceğine ilişkin ekonomik bir stratejisi neden olmamalı? Hâlbuki yerel yönetim ya da kent yönetimi, sadece hizmet ve sosyal destekten ibaret kalamayacak kadar karmaşık bir süreç. Üstelik o sosyal destekler de giderek sadece maddi veya ayni yardım götürmeye dönüşmüş durumda. Yerel yönetimlerin kentlerde bir arada yaşamı, huzuru inşa etmek gibi sorumlukları yok mudur? Ruhen ve fiziki olarak parçalanmakta olan kentsel yaşam alanları arasında irtibat kuracak, bir arada yaşamı bu yolla teşvik edecek politikalar geliştirmemeli midir yerel yönetimler? Bu sorumluluklarını yerine getirmeleri için gereken yetkiler ve kaynaklarla donatılmalarının önündeki engel nedir? Dolayısıyla yerel yönetimlerin çöp toplamak ve kaldırım döşemenin ötesinde toplumsal, siyasi veya ekonomik başka fonksiyonlarının da olması lazım. Ama bugünkü tanımları içinde oralara girmeleri söz konusu bile değil. Merkezi hükümet belediyelerin bu alanlara girmesini kısıtlamanın çeşitli yollarını buluyor.

Bu noktada beliren bir başka sorun ve ihtiyaç daha var. Metropoller çoğul yaşam tarzlarının bir arada yaşadığı yerler, bu yaşam tarzlarının ve alanlarının birbirleriyle ilişkilenebilecekleri politikalar tasarlamak, vizyon üretmek gerekiyor. Peki böylesi bir tasarıyı, vizyonu belediye başkanının ve yerel meclis kararlarıyla şekillendirmek mümkün mü? Kendin, metropolün ekonomik, kültürel entelektüel, akademik ve sivil toplum aktörlerinin bu vizyona dahil edecek yolları nasıl geliştireceğiz? Bir başka deyişle her bir yerel yönetimin bir tür kent ya da metropol koalisyonu gibi çalışması gerekiyor. Metropolün tüm aktörlerinin kendi örgütlenme modelleri üzerinden bu süreçlere dâhil olmalarını sağlamanın yollarını araştırmak durumundayız. Böylesi bir zihni koalisyon ise metropolü bütün yönleriyle kavrayan bir bakış açısıyla mümkün.

Ancak böylesi bir zihniyetle yönetim düzeni, bildiğimiz manada partizanlıkla kurulamaz. Dolayısıyla mevcut siyasi, etnik kimliklerin ötesine geçecek bir zihni koalisyonun kurulması için öncelikle kemikleşmiş partizanlıkların dışına çıkmak gerekiyor. Bunun yolu da yine, yerelin ve reel sorunların çözümüne odaklanan bir siyasal iletişimden geçiyor. Ama eğer ulusal liderlerin kopyaları olan siyasi yerel liderlerin zihnine, ufkuna, vaadine, maharetine bağlı yönetim düzeni ve iş yapma kültürü devam edecekse, metropollerin devasa çatışma alanlarına dönüşmesi kaçınılmaz.

*Bu yazı, Kent dergisinin Nisan-Haziran 2021 tarihli beşinci sayısında yayımlanmıştır.

*Derginin tamamına Dergilik’ten ulaşabilir, MBB Kültür Yayınları sitesinden buraya tıklayarak indirebilirsiniz.